7 Mayıs 2013 Salı

"AŞKA DAİR" OKUMALAR...


Bir kitap kampanyası sonucunda aldığım fakat okumaya başladıktan sonra okuma sürecimin bi hayli uzun sürerek,adeta sindirerek okuduğum,sevdiğim yazarlardan olan İskender Pala'nın son kitabı...AŞKA DAİR!

Aşka dair,adından da anlayacağınız üzere aşk üzerine bir deneme kitabı tarzında.Aslında tam olarak deneme kitabı da denemez;çünkü içerisinde beyitler,maniler,hikayeler,nesirler her ne ararsınız var.Araştırmacı-yazar olarak nitelendireceğim İskender Pala-Divan Edebiyatı'nı sevdiren yazar- sizi ne tarihsel yönünden mahrum bırakıyor ne de kitapta geçen kaynaklar yönünden...

Kitapta geçen bölümlerden  aklımda kalan ve bahsetmek isteyeceklerim de var elbette...En başta aşkın merhaleleri ve aşamalarını anlattığı kısımda geçen bir metin vardı. O kısmı Istagram'da da paylaştım. Burada da aynı fotoğrafı paylaşayım:



Kitapta  bulacağınız hikayelerde Yusuf'un Züleyha'nın yüzünden zindana atılıp,her "Ah!" edişinde Züleyha'nın sesini duymak  için zindan eşiğinde beklemesi,Leyla'nın Mecnun'dan sevgisini göstermesi için çöllerde batan dikenleri vücudundan çıkarmasına yardım ettiği iğneyi vermesi...Sevgilisi  uğruna İstanbul2u terk edip kaçan adamın,aşkın ateşine dayanamayıp  çekeceğim azab varsın olsun ben ona hasretim diyerek herşeyi göze alıp sevgilisinin ayağına gelmesi...Sultan Sencer'in Hanende yardımcısı Mehisti'yi çengiyle  eğlenirken görmesi bunu belli edince de çenginin Sultan'dan büyük Allah'ı nasıl unuturum diyerek can vermesi...

Kitapta son bölümlerde aşkın artık  "bakma" mertebesine erişilmesinden bahsedilmiş. Ve Yunus Emre'nin şiirlerine yer verilmiş beni en etkileyen şiir mısraları şu dörtlüktü:

"Çıktım erik dalına
Onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı
Der ne yersin kozumu"

Velhasılı kelam 167 sayfalık gayette ince  bir kitap ve bir o kadar akıcı...Aşk'a dair okumaları daha iyi şekilde toparlayamazlardı. Tavsiye ederim...İyi okumalar...:)

8 Nisan 2013 Pazartesi

EN İNCİTİCİ DANS: WALTZ WITH BASHIR (BEŞİR'LE VALS)


Film 2008 ortak yapım ürünü:İsrail,A.B.D.,Fransa.Film posterinden de anlayacağınız biçimde animasyon lakin; yetişkinlere yönelik bir animasyon. Alanında pek rastlanmayan cinsten hakeza. Biyografik,belgesel niteliği olan bir animasyon ve gerçeklik  yüzdesi yüksek cinsten yaşananlardan kaynaklanarak ortaya çıkmış. Yönetmen Ari Folman'ın röportajlarında gördüğüm kadarıyla gerçek  hayatından lanse edilerek ortaya konan bir ürün. IMDB:7,9. Bununla birlikte gösterimi girdiği sene Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film seçilmiş. Cannes Film Festivali'nde ve aynı sene ülkemizde Altın Portakal Film Festivali'nde gösterilmiştir. Gittiği birçok festivalden eli boş dönmeyen bir animasyon var karşımızda.

Filmin konusuna gelecek olursak eğer; Lübnan'da yaşanan 1982 yılında ki, Sabra ve Şatila katliamlarını konu edinmiştir. Okuduğum eleştirilere katılıyorum  ki;bir nevi İsrailli yönetmenimiz Ari Folman'ın özür   dileme amacıyla "vicdani sorumluluk" mahiyetinde ve Hollywood'u da güzelce arkasına destek alarak çektiği savaş konulu bir animasyon.

Filmin başlaması şöyle gerçekleşiyor.Ari Folman'ın arkadaşı olan Boaz son 2.5 yıldır kabuslarında aynı şeyleri görmektedir.Tam 26 köpek havlayarak kovalamaktadır ve uyanarak biter kabusu. 


Boaz bu durumu şöyle açıklıyordur,1982'de gerçekleşen Sabra,Şatila,Beyrut'ta gerçekleşen katliamda  komutanları ona insanları öldüremeyeceğini anladığı için köpekleri öldürmelerini emreder. Çünkü köpekler kasabaya gelen yabancıların kokusunu anlayıp  canhıraş biçimde havlamakta ve ellerinden kaçırmalarını sağlamaktadır. Boaz bu emrin üzerine tam 26 köpek öldürür.Bu köpekleri şu anda gördüğü kabuslarındaki köpekler olduğunu düşünüyordur. Durumu bir  akşam barda içerken Ari'ye anlatır ve sorar;katliamdan beri neleri hatırladığını ve onunda kabus görüp görmediğini merak eder.İşin tuhaf yanı şu ki; Ari adeta hafıza kaybı uğramışcasına olayları sindirerek bilinçaltında  örtbas etmiş ve hatırlamıyordur. Adeta belleğinden silmiştir.


Ari bu durum üzerine psikolog arkadaşı Ori'nin yanına gider ve katliama dair hiç bişey hatırlamadığını ve katılıp katılmadığından emin bile olmadığını söyler. Ori ise yakın arkadaşları ile temasa geçmesini gerçeği öğrendiği takdirde rahat olacağını söyler. Hafızanın canlı birşey olduğunu ve hafızanın  %80'inin  dolu olup boş olan kısmın eğer doldurulmazsa kara bir delik olarak olmayan şeyleri gerçekmişcesine kabul ettirdiği ve halüsinasyonlara açık  olduğunu anlatır. Ve arkadaşı Ari'yi aynı dönem savaşta  piyade er olarak görev yaptığı Hollanda'da yaşayan bir arkadaşına gitmesi için ikna eder.


Yönetmen Ari Folman,yavaş yavaş tüm arkadaşlarıyla görüşmeye başlar fakat işin trajikomik yanı, görüştüğü arkadaşları kendi hatırlamak isteyeceği şekilde hafızasının üstünü örtmüş ve belleğinde kendiliğinden bişeyler üretmiştir. 


Bir nevi 'toplumsal hafıza kaybı'na ve hissizlikle karşı karşıya kalır. Her görüştüğü arkadaşından sonra yavaş yavaş katliama dair bişeyler hafızasında can bulur. Kendisi bir adet Mercedes'i sırf şüphe duydukları ve emir aldıkları için silah arkadaşlarıyla nasıl taradıklarını anımsar. Daha sonra sabah olduğunda görürler ki;içinde sadece sivil bir aile vardır.


Katliamın çıkış sebebinin filmin 2. yarısında değinilmiş. Hristiyan falanjistlerin lideri olan prens Beşir Cemaley'in seçimlerin sonucunda kazandığı fakat tahta çıkmadan bir gün önce öldürüldüğü ilan edilir. Bunun üzerine Sabra ve Şatila'daki mülteci kampları  Falanjist milisler tarafından taranarak,türlü işkenceler yapılarak gerçek bir zulüm açığa çıkar.Kadınlar ve çocuklar ayrılarak erkekler yakılır,tüfeklerle taranırlar. Animasyon dahi olsa bunların gözler önüne konması yürek burkuyor.



Filmin beni asıl etkileyen kısmı ağırlıklı olarak 2. kısmıydı. Zira filmin ismini alan sahnede burada geçiyor. Prens Beşir'in resmi ve afişleri önünde bir erin adeta vals edercesine etrafa tüfekle ateş saçmasından alıyor. 
Filmin 2. yarısında  filme dahil olan gazetecinin anlatımı katliamı yakından görüp şahitlik etmesi göz doldurucu sahneleri beraberinde getirmiş.


Yapılan  katliamı finalde tamamen hatırlayan Ari Folman filme gerçek bir final koymuş Filistinli kadınların ağıt yakar halde ki gerçek video görüntüleri ve fotoğrafları var. Fakat tüm bu anlatılanlar ve anlatım biçimi bana yeterli seviyede bir samimiyet olduğuna inandıramadı. David Polonsky çizgileriyle bir şaheser yaratmış lakin,film boyunca adeta görünmez hayalet gibi muamele yapılıp arka planda tutulmuş Filistinliler. Bir başka zayıf tarafı filmin şu ki; Ari Folman doğru düzgün birşey hatırlamayan arkadaşlarına katliamı soruyor anlattırıyor da, bir tane mülteci ailesi bulamıyor ve soramıyor katliamda neler yaşadığını...Bunlarla birlikte İsrailli askerlerin,Falanjist  Hristiyanlar böylesine  katliam yaparken göz yumması ve Lübnan'da neden var oldukları da filmde değinilmeyen detaylardan...

Filmden algılayabildiğim şu ki; bir askerin hafızasının böylesine sert işkencelerden sonra hiç yaşanmamış gibi unutmayı kabul ederek  sindirebiliyor olması.Aldığı ödülleri hak etti mi bilemiyorum lakin, kendilerince diledikleri 'özür' bana göre kabul edilebilecek cinsten değil...Filistinli sivillerin özellikle animasyonda da yer verilen küçük bir çocuğun öldürülmesinin maruz görülebilecek bir yanı yok bence...

Tek söyleyebileceğim bu katliamdan  bilgisi olmayanların kesinlikle  izlemesi gereken bir film.90 dakikanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

Ayrıca  isteyenlere 2010 yılından itibaren ülkemizde Everest Yayınları tarafından basılan  filmin  çizgi-romanını   tavsiye edebilirim.  Filmin o etkileyici müziklerini ve ismini veren sahnesinin hazzını belki birebir yaşayamazsınız ama çizgileriyle bir katliamı ve psikoanalitik olarak değerlendirmenize  yardımcı olabilir.

Şimdiden iyi seyirler dilerim.

  




2 Nisan 2013 Salı

FEMME FATALE(ÖLDÜREN KADIN)



Yine karşınızda yeni bir filmleyim.Sonu gelmeyen film listemden rastgele seçtiğim bir film. 2002 yapımı bir film.Galasını Toronto Uluslarararası Film Festivali'nde yapan film, göz dolduruyor. IMDB:6.2. Filmin konusu başta sıradan bir soygun-aksiyon filmi gibi gözükse de aslında film  ilerledikçe konusunun hiç te sizin sandığınız kadar hafif olmadığını anlıyorsunuz.Aslında benim gibi 'femme fatale' kavramını bilmiyorsanız önce bunu  öğrenmelisiniz. Femme fatale;öldürücü bir cazibeye sahip  olan,karşısındaki erkeği cinsel yönden kendine çeken ve cinselliğini kullanarak tabir-i caizse parmağında oynatan ve kötülük kavramını ruhuna işleyen,geçmişi oldukça eskilere dayanan Eski Yunan ve Sümerlere kadar dayanan bir kavram.


Film konusuna gelecek olursak eğer; Laura Ash 2001 Cannes Film Festivali'nde davetliler arasında dünyaca ünlü pırlanta taşlı yılan bir mücevheri çalabilmek için bir plan içerisindedir. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra mücevheri çalar fakat;içinde olduğu çeteye ve arkadaşlarına ihanet eder. Arkadaşlarından birini yaralar ve hapse sokar. Kendisi de havalimanı oteline gider,herkes Laura peşindedir.Havalimanı otelinde bir çift Laura'yı kızları Lily sanar. Laura otelin üst katlarından boşluğa itilip düşünce çift onu anında kaldırıp,bir eve götürürler. Laura uyandığından kendisine tıpa tıp benzeyen bir kadın olduğunu adının Lily olduğunu anladığı bu kadının bir ailesi ve mutlu bir evliliği olduğunu anlar.Kadının bir A.B.D. bileti aldığını ve kimliğini bulur bunları eline alıp duşa girer.

Duşta  dinlenirken eve gerçek Lily'nin geldiğini anlar ve gizlice onu izler. Lily ağlıyor ve sinir krizi geçiriyordur.Bebeğini kaybetmiştir ve yeni bir hayat kurmak için A.B.D.'ye gitmek niyetindedir. Biletini kaybettiğini sanır.Ve artık bittiğini düşünerek kafasına silah dayar,tetiği çeker. Hikaye burdan sonra başlar. Lily'nin biletini alıp onun kimliğine girerek Laura uşağa biner ve yeni hayatına  başlar.

Laura,Lily kimliğine girip yanındaki adamın uçakta omzunda uyuya kalır. Adamımız,dış işlerinde çalışan konsolos yardımcısıdır. 7 yıl sonra Laura tekrar Fransa'ya döner. Artık A.B.D. konsolosu eşi Lily'dir. 3 çocuk annesidir.Kimse fotoğrafını çekemiyordur. Ta ki;eski bir papparazi olan Nicholas Bardo'ya dek.

Nicholas Bardo'ya kendi usullerince ulaşan Lily,onu kendine aşık ederek hiç ummadığı bir tuzağın içine sürükler.  
                               
Ve  tam bu esnada eski çete arkadaşları da onun peşine düşmüş ve soygundaki elmasların yerini öğrenmek için öldürüsüye bir dövüş başlamıştır.Bu esnada herşey gerçekten çığrından çıkar. Nicholas ve kocasını öldüren Lily,arkadaşları tarafından nehre atılır ve ölür. 

Filmin finali tam anlamıyla takdire şayandır ki; aslında Laura'nın bunları bir rüyada gördüğü ve duş alırken Lily'nin evinde  uyuyakaldığı ortaya çıkar. Bu sahneden sonra aslında herşeyin isterlerse tek bir kararlar değişeceğini ortaya koyarlar. Ben bunları izlerken nedense Kelebek Etkisi  tarzında bir deja vu oluşturdukları için filme hayran kaldım.

Kesinlikle izlenmeye değer bir film...İyi seyirler.




29 Mart 2013 Cuma

Memories of Murder (Salinui Chueok)



Film Güney Kore yapımı bir cinayet-gerilim filmi olup gerçek hikayelere dayanmaktadır. Uzun  zamandır izlemeyi planladığım film listemde yer alıyordu ve bu aralar Güney Kore filmlerine  ilgim büyük. Filmin adı Memories of Murder olarak tanınsa da özgün adı Salinui Chueok ve dilimize Cinayet Günlüğü olarak çevrilmiş. Ülkemizde gösterimi yapılmayan film İstanbul Film Festivali'nde gösterime sunulmuş IMDB:8,1 olan filmin yönetmeni Joon-ho Bong. Film 2003 yapımı.Ve ben bi hayli sonradan takip etmiş bulunmaktayım ne yazık ki.

Konusuna değinecek olursak 1986 senesinde askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü yıllarda Güney Kore'de kadın cinayetleri işlenmeye başlamıştır. Kadın cinayetlerinin bu kadar çok işlenmesindeki payı askeri diktatörlük ve baskı rejimine karşı polisin işini iyi yapamaması da etkilemektedir.Ülkedeki bu baskı rejimi boş tarlalarda ve su kanallarında önce tecavüze uğrayarak daha sonra iç çamaşırları ile bağlanarak öldürülen kadın cinayetlerini oluşturur.Soruşturmaya atanan polis dedektifi Park Doo-man cinayeti kendi klasik yöntemleriyle ve eski usül bir mantık  ile çözmeye çalışıyordur fakat;işin içinden çıkamıyordur.

Park Doo-man birazcık filmin gerilim havasının dağılmasını  ve ara ara komedi tarzına değinmesine yardımcı olmuş.Hani bana nedense çocukluğumdaki Pembe Panter çizgifilmindeki dedektifi hatırlatmıyor değildi. Bu işi beceremeyeceği aşikar olan ve sürekli bir şüpheli bularak ona "katil" muamelesi yapıp tabir-i caizse boş atıp dolu tutamamaktadır. Hatta en son şehirde bir et lokantası sahibi ailenin zihinsel engelli çocuğunu cinayeti işlediğini düşünerek gözaltına alır ve sorgularlar.


Çocuğu olay mahaline götürürler tüm olayları anlatır şaşkın dedektif Park Doo-man çocuğu katil olarak ilan edip davayı kapatmak derdindedir fakat çocuk katil değildir,görgü  tanığıdır ve elindeki suçluları delil  yetersizliğinden fotoğraflarını çekerek serbest bırakıyordur.
Dedektife ek olarak Seul'dan akademik bir eğitim alan polis dedektifi Seo eşlik edecektir. Seo olayları gözlemliyor ve cinayetlerin ortak paydasını arıyordu. Yaptığı araştırmalarda cinayetlerin yağmurlu havada işlendiğini ve maktül olan kadınların iç çamaşırlarının ağızlarına bağlanıp tecavüze uğramadan önce kırmızı elbise giydiklerini söyler.En son polis karakolunda görev yapan kadın memur cinayetlerin işlendiği gecelerde dinlediği radyoda ısrarla bir şarkının istenerek çalındığı söyler. Ve radyo istasyonundan isteği yapan  kişinin adresine ulaşırlar fakat; katil onlar adresi bulup ulaşana kadar lisedeki bir kızı öldürmüştür.

Seo  soruşturma  esnasında öldürülen kızla konuştuğu ve ona yardım ettiği için duygusal olarak etkilenir ve radyodan aldıkları adrese giderek orada  buldukları adamı sorguya alır ve hiddetini ondan çıkarmak ister. Son cinayette bulunan sperm örnekleri A.B.D.'ye yollanarak DNA testi uygulanır. Ve bir süre serbest bırakılan katil adayı son cinayetten sonra tekrardan sorgulanmak için alınır ve tren rayları yakınında Seo öldüresiye döver. O esnada  Park Doo-man elinde DNA sonucuyla koşarak gelir.

Fakat  sorun büyüktür  ki; DNA testi sonucunda katil o değildir. Ve cinayetler faili meçhul olarak sonuçlanır. Masumiyet ve cinayet kavramlarını elele ve iç içe değerlendiren film siz  seyrederken ve katili düşünürken katilin yakalanmaması finali gerçekten sıradışı kılmış. İzlediğim cinayet filmleri içinde etkileyiciliğine şahit olduğum ve gerçek bir hikayeden esinlenerek çekilmesi filme hayranlığımı artırdır

Film ayrıca San Sebastian Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü ve Tokyo Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü  almıştır.

İzlenmeye değer bir cinayet-gerilim filmi. İyi seyirler...




26 Mart 2013 Salı

LİLA LİLA


Benim gibi yazarlarla ilgili filmlerden veya roman uyarlaması olan filmlerden hoşlanıyorsunuz gerçekten bu tam da size  göre bir film  diyebilirim..."Lila Lila" Film cd'si odamın birköşesinde tamda filmin hikayesine uygun biçimde bir adet ahşap kutudaydı ve  bi seneyi aşkın zamandır orada  duruyordu.Utanarak  söylüyorum ki 2009  yapımı  bu filmi henüz izlemem kendi ayıbım olsa gerek.

Film  Martin Suter'in   aynı adlı  romanından uyarlamadır. IMDB puanı 6.4 olan  filmimiz  Almanya  yapımı  ve birçok ödüle layık görülmüş.Film konusuna değinecek olursak; genç,çekingen,sıkılgan  ve hissettiklerini dile  getirmekte güçlük çeken ve bir görünmez olduğuna inanan garson olan David'in hikayesidir.

İzin gününde eski eşyalar  satan bir tezgaha gider.Orada küçük bir masa aramaktadır.Aynı tezgahta Marie'yi  görür. Marie eski  kitaplar satın alan ve okumayı seven edebiyat öğrencisidir. David'e alacağı etajer'e sadece  15 dolar vermesini söyler ve etajeri beğendiğini belirtir. David Marie'ye ilk görüşte tutulmuştur. Tesadüf bu ya iş yerine döndüğünde patronu aldığı  etajeri beğenmez ve kendisinin kullanmasını  söyler  ve o esnada içeriye Marie girer. David ona bir masa  gösterir ve arkadaşlarıyla birlikte Marie şarap içerek edebiyat,yazarlar ve kitaplar hakkında konuşmaya başlarlar.  Bu kitap-yazar  içerikli buluşmalar haftada 2-3 kere olmaktadır.


David akşam  eve döndüğünde etajerin gizli ve kilitli gözünü zorlar ve içinden eskiden yazılmış el yazısı bir roman bulur. Romanı bir solukta okur ve karar verir. Romanı bilgisayarda tekrar  yazarak  kendisi yazmış  gibi Marie'ye verir. Marie'ye fikrinin önemli olduğunu   ve  göz atmasını söyler. Marie romanı okur ve o kadar etkilenir  ki;adeta David'e bakış açısı  değişir. Onu tanımak ve onun zamanlar geçirmek ister. Ve sevgili olurlar. Marie, David'in romanını okuduğu günün ertesi günü ona sormadan bir  yayın evine romanı  yollar ve romanın basılmasının istendiğini söylerler. Yayın evi görevlisi David ve Marie ile bir görüşme ayarlar, David'ı ikna etmek için  konuşurlar.

David tedirgin bir biçimde  kabul eder.Kitap yayın evi  tarafından beğenilir fakat  romanın  adınını "Sophie Sophie" olarak istemezler.Bunun üzerine Marie kitap için "Lila Lila" adını önerir ve kitap bu adla basılır.
Bir yandan da asıl roman yazarı olan  Alfred Dusto'yu araştırmaya  başlar. Hiçbir kitabı yoktur ve anlar ki; yazdığı hiç birşey yayınlamamış. Etajeri satın aldığı tezgahtara gider sorar tezgahtar ona Alfred Dusto değil ama Peter Wayerland'ın 1950'li yıllarda birlikte yaşadıkları ve tıpkı romandaki karakter gibi bir motor kazası ile öldüğünü söyler. Yani aslında Peter Wayerland olarak hikayesi yazılan kişi yazarın kendisidir. Bu arada David önünü alamadığı bir şöhrete kapılmıştır. Kitabına okuma geceleri yapılıyordur ve sahip olmadığı halde kitabı satış rekorları kırıyordur. Marie ile kitap fuarları,imza günlerine katılıyorlardır.


Herşey yolunda giderken tam da bu esnada bir imza gününde Alfred Dusto, David'den imza ister. Ve David ağzı açık kalır. Adam bir görünür bir kaybolur. Gözlerine inanamaz. Artık  kitabın asıl yazarı karşısındadır.  Ve  resmen  ondan  faydalanmaya çalışıyordur. Onun  sahip olduğu herşeyi  paylaşmaya çalışıyor ve sürekli  tehdit ediyordur.

En  son Jack(Alfred) tarafından müdahale edilen hayatı allak  bullak bir hal alır ve David bu nedenle Marie ile ayrılır.Ona çok aşıktır ve geri dönmesi için çaresizce ne yapması gerektiğini düşünüyordur.Ve birden herşeyi anlamaya başlar  Alfred Dusto olduğunu iddia eden adamın o olmadığını ve sahtekar olup ondan para sızdırdığını,asıl yazarın gerçekten öldüğünü ve herşeyin ne kadar anlamsız olduğunu...Jack, David'in peşinden bağırırken balkondan düşer ve ölür. Bu David ilham verir ve David, ilk gerçek romanını yazar ve Marie'ye ithaf eder.

Film konusu itibariyle gerçekten özgün bir uyarlama olmuş. Bu filmi izlerken aklıma  2012 yapımı olan ve aynı biçimde bir yazar karakterin hikayesini konu alan The Words (Çalıntı Hayat) filmi aklıma geldi. Belki senaryo çalıntı değildir ama Lila Lila filminden esinlenmişlerdir,kim bilir? Ben beğendim ve tavsiye ederim.


24 Mart 2013 Pazar

HAYATIMIZIN BİLİNMEYEN YÖNÜ:BİR ÇİFT AYAKKABI



Tam olarak tarihini hatırlamıyorum muhtemelen 13 Şubat 2013'tü. Uzun süredir konuşmadığımız ve zaman geçir(e)mediğimiz bir arkadaşımla vedalaşma anındaydık. Bana o esnada Aşık Veysel'in ayakkabı hikayesini bilip bilmediğimi sordu ve bilmediğimi söyleyince gülümseyerek o hikayeyi anlattı.Aşık Veysel eşinin komşu köyden birine aşık olup kaçmaya niyetlendiği gece tüm parasını karısının ayakkabısına koyarak bir de mektup yazar: "Bu kadar zaman bana baktın,kahrımı çektin,yemeğimi hazırladın. Hakkını helal et. Oralarda güçlük çekme biriktirdiğim tüm param burada."Karısı ayakkabısını aceleyle giyer ve sevdiği adamla kaçar yolda ayağı rahatsız olmuştur ve mola verdikleri kiliisede ayakkabısını çıkartınca mektubu okur ve parayı alır. Kilisedeki, gözleri olmayan İsa heykelleri ruhunu daraltır çünkü geride bıraktığı kör bir adam olan Aşık Veysel'i anımsar. Bu hikaye beni çok etkiledi.Arkadaşımla vedalaştıktan sonra hikayeyi internetten de aratırdım ve araştırma neticesinde bu kitabı buldum:BİR ÇİFT AYAKKABI-SUNAY AKIN

Sunay Akın'ın böylesine değişik bir konuyu canlı tanıklık edercesine birbirinden farklı sizi hayretlere düşürecek biçimde örneklerle anlatmasından etkilenmemek mümkün değil. Aşık Veysel'in hikayesi ile başlayan kitapta neler ve hangi hikayeler yok ki: Neil Amstrong ay fatihinin,ağırlık nedeniyle aya  ayak bastıktan sonra ayakkabılarını bırakması ve bunun astronotlar arasında adeta bir gelenek haline gelmesi...

Sultan Abdülaziz'in Fransa'yı ziyareti esnasında bir padişahın gayrimüslim toprağına sadece fetih için ayak basabileceğini ve söylentileri ortadan kaldırmak için ayakkabı tabnına ekstra bir astar kesilip dikilerek oraya İstanbul toprağı konması bu şekilde  Abdülaziz'in müslüman toprağına daima ayak basması...

Edebiyatımızın dram yönü kuvvetli yazarlarından olan Kemalettin Tuğcu'nun ayak kemiklerinde ciddi bir rahatsızlıkla dünyaya gelerek bir kırık çıkıkçadan medet uman ailesinin bacakları sarılı ve ağlayarak acısına dayanamadığını görünce babasının ayaklarındaki sargıları çözmesi yamuk ayakları olması ve yazarın bunu yıllar sonra :'Babamın acıma duygusu benim ömür boyu acı çekmeme sebep oldu.'demesi...

Şarlo tiplemesi ile tanıdığımız Charlie Chaplin'in çocukken çok farkir olduğu ve annesinin ayakkabılarını kulladığı bu yüzden küçük adımlarla yürüdüğü yıllar sonra bir sette komedi oynaması istenince kendi kostümlerini kendisi tasarlayarak büyük burunlu adımlarla çocukluğundaki gibi yürüyüp dünyaca ünlü bir tipleme sağlaması...

Sultan Abdülmecit döneminde ayakkabılarında insanların dinlerine göre renklere ayrıldığı ve sadece sarı renkteki ayakkabıların Müslümanlara özgü olduğu ve yeniçeri ağalarının sarı çizmeler giydiği ve meşhur Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'nın kökeni....Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde gelin ve damatların çeyiz hazırlığı aşamasında ayakkabıların ciddi anlamda önem  taşıması ve işini iyi yapamayan ayakkabıcıların ayakkabılarının bir dama atılmasıyla dilimize pelesenk olan meşhur deyim "pabucun dama atılması"...

Bir Galatasaray taraftarı olarak bahsetmeden geçemeyeceğim...Ali Sami Yen'in henüz yeni top koşturduğu evrelerde topunun yıpranmaması için kendi yeni ayakkabılarını topun etrafına yama yapması...

Kısacası insana bilmediği böylesine enteresan bir konuda farklı öğretiler sunan gerçekten okunmaya değer bir kitap olmuş...

Almak isteyenlere ve okumak isteyenlere tavsiye  ederim fiyatı gayet uygun ve sayfa sayısı bakımından da uygun bir kitap :)

SUNAY AKIN-BİR ÇİFT AYAKKABI-İŞ BANKASI YAYINLARI

23 Mart 2013 Cumartesi

The Chaser (Chugyeogja)


Film  2008 Güney Kore yapımı fakat ülkemizde 2010 senesinde gösterime girmiş. Orijinal adı :Chugyeogja.
İngilizce ve netteki öncelikli olarak bulmak istiyorsanız:The Chaser. Dilimize "Ölümcül Takip" olarak çevrilmiş.Film tür olarak gerilim,aksiyon,suç,cinayet olarak nitelendirilebilir. Kurgusal olarak alışılagelmişin bir hayli ötesinde denilebilir fakat bana az birazcık Taken filmini anımsatmadı değil.Film yönetmeni Hong-jin Ha'nın ilk filmi bu arada yönetmenin 35 yaşında olup böyle bir film yapması insanı bi hayli etkiliyor.

Film konusuna gelecek olursak eski bir polis dedektifi olan Joang-ho ekonomik durumu yüzünden telekız pazarlaması yapmaktadır.Kızlar zaman içerisinde yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başlar ve elindeki tek geçim kaynağı olan bu kızlar kaybolunca Joang-ho duruma müdahale etmek ister.Bir telefon ile yine kız isteyen bir müşteri arar ve numarasını bırakır. Elde kalan tek kızı Mi-Jin'i arayarak müşteriye gitmesini söyler.Fakat bu esnada müşterisi olan Young-min Jee'nin tüm kızları tek tek aldığı ve ona gittikten sonra kızların ortadan kaybolduğunu kavrar. Mi-jin'i arayarak götürdüğü evde fırsat bulup adresi ona söylemesini ister.

Sorun şu ki;Mi-Jin eve girdiğinde duş almak istediğini söyler ve banyoya girdiğinde adresi mesaj atmak istese dahi bir türlü gönderemez çünkü;telefon çekmiyordur.Daha  kötüsü banyonun durumundan ve  küvette gördüğü saç teli ile kanlı  deri parçasından bir katille aynı evde olduğunu anlar. Banyodan sakinleşerek yüzünü ve saçlarını ıslatarak çıkar.Prezervatif almayı unuttuğunu ve arabaya gitmesi gerektiğini söyler lakin kapının kilitli olduğunu fark eder.Katil,Young-min Jee,arkasından yaklaşarak banyoya götürüp soyar ve bacaklarıyla ellerini bağlar.Kafasını çekiçle vurmaya başlar fakat Mi-Jin'in hareket ederek kıvranması yüzünden eline darbe alır ve sinirleri bozulur.

Tam çekiçle kafasına vurup kanatmaya başladığı esnada kapı zili  çalar ve ona ısrarla soru  sorarlar bu duruma daha da sinirlenen katilimiz onları eve çağırıp,gelen kadın ve adamın kafalarını çekiçle kanatarak öldürür.Ve evden çıkar.Araba ile giderken sokak arasında tesadüf bu ya,Joong-ho ile arabaları çarpışır.Fakat katil şikayetçi olmak istemezken Joong-ho üzerindeki kan lekelerini fark edip uzatmaya başlar konuyu o esnada kızları çağıran numarayı arayarak adamın o olduğunu anlar. Ve işte tamda burada takip başlar.

Kurgusu,ve özgün senaryosu ile bir ilk  film olarak gerçekten göz dolduran bir film.Asya sinemasına ilgiyi artırabilecek cinsten. Korean ödüllerinde filmin aldığı ödülleri de düşünürsek bence bi hayli hak etmiş.Ara ara bünyesinde dramı da barındıran film yaklaşık 2.5 saat süreyle gayet akıcı bir şekilde sizi sıkmadan ilerliyor.
Filmi değerlendirecek olursam 8//10. Şimdiden izleyenlere iyi seyirler dilerim :)


7 Mart 2013 Perşembe

Internationaler Frauentag

Bu yazı muhtemelen bir gün öncesinden yazılmış olacak...Bilindiği üzere 8 Mart; Dünya Kadınlar Günü. Ve bir kadın olarak feminen tarafımın beni dürtmesiyle yazıyorum bu satırları.
"8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı.Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi,arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi.İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı."(Vikipedia)

Yukarıdaki paragrafta geçen olaydan yaklaşık 50 yılı aşkın bir süre sonra Birleşmiş Milletler'in de onayı ile bugün Internationaler Frauentag ( International Woman's Day= Dünya Kadınlar Günü) olarak   kutlanmaya başlamıştır. Bu gün resmi kabulünden 20 seneyi aşkın süre sonunda ülkemizde kabul görüp kutlanmaya başlamış fakat bana sorarsanız pekte ehemmiyeti yok...Çünkü yapılan zulüm,eziyet vs. adı her neyse değişen bir şey yok...

Günler hatta yılar geçiyor. Evet toplumumuzda bazı haklar kadınlara veriliyor. (Seçme ve Seçilme Hakkı, Kamu da eşit şekilde çalışma hakkı...) Fakat verilen haklar eşitçe kullanılıyor mu orası bence muallakta...Bugün doğuda bir köyde görevli olarak giden bir kadın öğretmen ile erkek öğretmene yapılan muamele eminim çok farklıdır. Kadınlar yıllar yılı süren olaylar çerçevesinde ülkemizde hep 2. planda ve perde arkasındadır. Tam da klişe bir cümlede denildiği gibi :"Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır."
Yazdığm yazı belki ağırdır belki kimine göre yersizdir bilemiyorum fakat varolan gerçekler penceresinden gazetede yayımlanan 3. sayfa haberleri ve sabah kuşağı programlarına bir gün bakarsanız yurdumun gerçekleriyle yüzleşir ve o kadar da haksız olmadığımı anlarsınız.


Yukarıdaki fotoğraf Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın himayesindeki Kült Derneği'nin desteği verilen proje kapsamında 8 ünlü kadının,şiddet gören kadınları canlandırmasıyla Mehmet Turgut objektifinden bizlere yansıyanlar.Fotoğraf çalışmasının adı gerçekten beni çok etkiledi "O SEN OLABİLİRDİN!".  Evet o hepimiz olabiliriz. Kadın olmanın dünyanın büyük bir suçu olarak görülüp şiddet,taciz ve birçok işkence,zulüm hattat cinayete maruz kalmaya kadar boyutu varan durumları var...Göz ardı edilen bilinmeyen daha neler vardır acaba??? Töre cinayetleri, yakın akrabaları tarafından taciz edilen kızlar, çocuk yaştaki gelinler, okutulmayan ve gelecek neslin aynı biçimde maruz kalmasına neden olan bilinçsiz fidanlar... 

Bu kadar da kötümser olunmamalı değil mi? Geçen sene itibariyle uygulamaya sokulan bir durumdan bahsetmek istiyorum. Bana göre fazlasıyla kötücül bir uygulama "kelepçe" uygulaması.Şiddet gören veya görmeye teşebbüs edilen kadının kelepçeyle yardım beklemesi...Çağımız güyya teknoloji çağı ve biz okuyan,düşünen ve genç nüfusu yüksek bir toplumuz. Bu kadar iyi meziyetlere sahipken biz bu gerici uygulama da neyin nesi o zaman? Klişe laflardan yola çıkacağım belki ama lafta kalmamalı bence ve hayata geçirilmeli "HER KADIN BİR ÇİÇEKTİR."Ve lütfen birey olarak ta sahip olunan kadının değerini bilmeli.
Her şeyden önce atalarımızdan dediği gibi "Cennet anaların ayakları altındadır." Hiç değilse bunu baz alarak kadının toplum içinde olması gereken yere gelmesini ümit ediyorum. Ve satırlarımı kadınlar günümüzü kutlayarak Rahmetli Aysel Gürel'in bestesiyle bitiriyorum...







2 Mart 2013 Cumartesi

YENİ BİR IŞIK : BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ



Khaled Hosseini'nin okuduğum 2. romanı."Uçurtma Avcısı" adlı romanından sonra "Bin Muhteşem Güneş" daha romantik,duygusal ve dram yönü kuvvetli bir roman olmuş.Hatta realist yaklaşıma daha uygun.Romanı okurken adeta yaşıyor gibi hissediyorsunuz.Betimlemeleri oldukça gözünüzde canlandırıyor ve adeta yaşıyorsunuz.

Roman adını Pers Şairi Saib-i Tebrizi'nin aynı adlı şiirinden alıyor.Şiirin özgün dili Farsça fakat çevirisinden iki mısra romanda geçiyor,o satırlar şöyle :
"Bu kentin ne çatısını aydınlatan ayları sayabilirsin,
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi."



Özetle bahsetmek  ne kadar doğru olur bilmiyorum,dilim döndüğünce bahsetmem gerekirse...Afganistan'ın Herat,Kabil kentlerinde ve Pakistan'da geçiyor hikaye. Afganistan'ın savaş yılları,bombalamaları,Mücahit'ler ve ardından Taliban'ın yönetime  el koyması ardından Birleşmiş Milletlerin barışı getirmesi ve artık yaşanılır bir ülke haline gelen Afganistan'da geçen iki kadının hikayesinden bahsediliyor. Ana karakterlerimizden biri olan Meryem; Herat'ta Celil ve Nana'nın Harami (gayr-i meşru) çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası olan Celil'in 3 eşi ve birçok çocuğu olduğu halde Meryem'i ayrı seviyor. Meryem'de ona bağlı hatta birgün Nana'yı bırakıp Celil'in evine kaçıp gidecek kadar seviyor. Evine geri döndüğünden annesinin bu acıya, yalnızlığa dayanamayarak kendini astığını görüyor ve Celil Meryem'i yanına almak zorunda kalıyor. Üvey anneleri Meryem'i evde istemiyor ve çocuk denecek yaşta 15'inde kendisinden çok daha yaşlı bir ayakkabı dükkanı olan Kabil'li Raşit ile evlendiriyorlar. Ve Meryem,çocuk yaşta çocukluğunu yaşayamadan gelin olup kadın olmanın sorumluluğunu üstleniyor.Meryem'in bir türlü çocuğu olmuyor ve Raşit'in şiddeti ve eziyetlerine katlanıyor.

Diğer ana karakter olan Leyla ise tam tersi öğretmen bir baba ile sosyal hayatı güçlü bir annenin sarı,sırma saçlı tek kızı.Şiirlerin okunduğu,şakaların yapıldığı,muhabbetlerin ve aşkın olduğu bir evde büyüyor. Ve çocukluğundan beri hatta çocukluk aşkı denilecek Tarık!ı seviyor. Tek bacağı olmayan ve topal olan Tarık'ta Leyla'ya aynı duyguları besliyor. Savaş yılları başladığı esnada Tarık ve ailesi Pakistan'a kaçmak için kenti terk etmeye karar verdiğinde Leyla'nın evine gidiyor ve birlikte oluyorlar.Ona evlenme teklifi ediyor ve onunla gelmesini istiyor.Fakat iki abisini savaşa kurban veren Leyla, acısı dinmeyen annesi ve babasını bırakıp gelemeyeceğini anlatıyor. Belki de hayatının en önemli kararını alıyor farkında olmadan.

Savaş artık daha çetin bir hal alıyor ve bir bomba Leyla'nın ailesinin evine düşüyor. Tam da binbir mutlulukla evden ayrılıp Pakistan'a tek aşkı olan Tarık'ın peşinden ailesi ile birlikte göçmeye karar verdiklerinde...Olmuyor  ve annesi ile babasını  o bomba Leyla'dan koparıyor. Bunun üzerine Raşit ve Meryem çifti Leyla'ya sahip çıkıyorlar.Onunla ilgilenip iyi etmeye çalışıyorlar. Fakat Raşit'in niyetinin başka olduğunu karısı Meryem anlıyor. Ve sinirlenmeye başlıyor. Leyla ise Tarık'tan hamile olduğunu anlayınca, ve bir adamın eve gelip Tarık'ın ölüm haberini eve getirmesiyle artık başka çare bulamıyor ve Raşit ile evleniyor. 

İki farklı kültürden gelen kadının birden bire kaderin binbir türlü oyunuyla tabir-i caizse kader ortağı olmasının hikayesi. Ve iki kadının,erkek şiddetiyle başa çıkmasının savaşı...Ve masum bir insanın artık canına tak edip nasıl katil olabileceğinin hikayesi...

Kendinizi karakterlerle özdeşleştirip, yer yer gözlerinizi dolduracak kadar kuvvetli kalemiyle gözler önüne seriyor bir kez daha Khalid Hosseini...Ve bir an düşünüyorsunuz halinize şükrediyorsunuz ülkemizde böyle işkencelere tabii tutulmadığımız ve böyle ağır imtihanlardan geçmediğimiz için...

Hayatınızın kıymetini anlayıp, farklı hayatların farklı pencerelerinden bakabilmeyi öğrenmek için kesinlikle okunması gereken bir şah eser....





22 Şubat 2013 Cuma

ANLATMASI "UZUN HİKAYE"


Film vizyona geçen sene girdi fakat ben bir türlü doğru zamanlamayı tutturamadım filme gitmek için...Ancak yeni izleyebildim. Geç mi kaldım bilmiyorum fakat senaryosu uyarlama olduğu  için Mustafa Kutlu'nun aynı adlı eseri olan Uzun Hikaye  kitabını yıllar öncesinde neredeyse rahat 11 sene öncesinde okumuştum ve ara ara da tazelemiştim. Filmin konusuna aşinaydım yani...

Film;2011 senesinde Osman Sınav yönetmeliğinde ve Yiğit Güralp'ın uyarlamasıyla asıl hikayeden sapmadan üzerinde fazla da oynanmadan gayet güzel biçimde izleyici ile buluşmuş. Benim gibi uzun zamandır şöyle tam tadında Türk filmi izlemeyenlere göre...Hasret çektiğimiz buram buram sinema tadında bir film.Oyuncu listesindeki en ufak rol için bile kıymetdar oyuncuların bulunması izlenmesi içinözel kabul sağlıyor. Kimler yok ki başroller zaten iyi ; Kenan İmirzalıoğlu,Tuğçe Kazaz, Zafer Alagöz, Güven Kıraç, Mustafa Alabora, Altan Erkekli, Cihat Tamer, Mahir Günşıray, Cengiz Bozkurt, Damla Sönmez, Erkan Avcı, Ushan Çakır, Mustafa Üstündağ ve adını sayamadığım daha niceleri...

Filmin konusuna gelince...Hikaye kitabını okuduysanız eğer aynısı diyeceğim boyutta bir film olmuş.
Bulgaristan'dan dedesi Pehlivan Süleyman ile kaçan Bulgaryalı Ali'nin hayat hikayesidir filmin konusu. Bulgaryalı Ali dedesi ile İstanbul'da Eyüp'e yerleşir. Burada yazlık sinema işleten kabadayı abileri tarafından korunan Münire'ye vurulur. Sevdası tek taraflı değildir. Kızı Ali'ye vermeyince askerden dönen Ali zulme razı gelemez ve Münire'yi de alıp kaçırır, evlenirler ve bir oğulları olur Mustafa adında. Mustafa annesi ve babasının sevdasının çatısı altında büyür. Tren istasyonlarında başlayan sevda aynı biçimde son bulur.


Münire'nin ikinci hamileliğinde hastahaneye yetişemezler ve aşırı kan kaybından biricik sevdasından kopmak zorunda kalır Ali ve yeniden yollara vurur kendini. Gözüyaşlı bir babanın çaresizliğini gayet güzel biçimde gözler önüne seriyorlar bu sahnede.


Oğlu Mustafa'nın ilk ve orta öğrenimi tamamlandıktan sonra en son Hanyeri kasabasına yerleşirler ve bir kitapçı dükkanı açarak artık buranın onlar için son istasyon olduğuna söz verirler. Lakin Ali'nin sıfatı haline gelen Sosyalist kelimesi başına iş açacaktır. Sosyalist kelimesinden çok dürüstlüğü,eşitliği ve inandığı hak-adalet olgusu zaten onu barındıramıyordur hiç bir yerde. Karısının hatıratı olarak bir elinde küpe çiçeği, diğerinde  saka kuşu ve bir mızıkası ile daktilosu da yoldaşı olmuştur nereye giderse.

Hanyeri'nde artık bişeyleri oturtuyorlardır. Oğlu Mustafa evleneceği kızı, tıpkı annesi gibi lepiska saçlı olan savcının kızı olan Ayla'yı görür ve vurulur adeta. Savcı bu sevdadan haberdar olunca kan beynine sıçrar ve uyarmak için kitapçıya gider Mustafa'yı tek yakaladığı için üzerine yürüyecektir fakat Ali oğlunun arkasında beliriverip korur. Aşkını babası ve annesinden gördüğü usulde haykırmaya layık gören Mustafa tıpkı kitapta yazdığı gibi bir balona binerek Ayla'nın evinin bahçesinde gökyüzünden gül yaprakları saçar.Ve filmin bana göre en güzel sahnelerinden biriydi.


Ali'nin yazılarını düzenli olarak yazdığı Hanyeri gazetesinde son makalesi epey tepki alır ve savcı tarafından dava edilir. Gazeteye yazı yazmasında oğlu Mustafa teşvik eder onu en çok.



Fakat particilikten bahsettiği bu yazı hakim tarafından mahkemede yargılanmasına ve tutukluluk halini berberinde getirir. Artık hayat herkes için zorlaşmıştır. En çokta Mustafa için...Ne babası yanındadır ne de sevdiği kız Ayla...Babasının destanı gibi destan yazmak ister Ayla'ya haber salar kaçalım diye ama Ayla 'Hayır' der...Artık kasaba da kalmak ona eziyettir. Tüm olanları babasına anlatır. Ve filmin en güzel, en isabetli nasihat sahnesidir bana göre bu sahne. Bulgaryalı Ali oğluna nasihat eder kızı da alıp kaçmasını söyler ve Mustafa ikna eder Ayla'yı kaçırır gazetelere manşet olur filmimiz final yapar :)

Filmin kavuşma sahnesi asıl eserde bulunmamaktadır fakat buna rağmen güzel olmuş. Yer yer neşeli, yer yer hüzünlü tam bir Türk filmi olmuş. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Bence 10/8'lik ve alkışlanmaya değer bir film olmuş...

Şimdiden herkese iyi seyirler...


                                 

15 Şubat 2013 Cuma

"LES AMANTS DU PONT-NEUF"(KÖPRÜ ÜSTÜ AŞIKLARI)


Film 1991,Fransız yapımıdır. BAFTA film ödüllerine layık görülen filmin IMDB puanı 7.3/10. Fransız filmlerine karşı önyargılı davranıp izlemek istemeyebilirsiniz.Şahsen ben filmin ilk yarısına kadar olan kısımda sıkıldım.2 saat 5 dakika dram ve romantizm dolu bir film. Türk sineması ve Amerikan sinemasının romantizmi daha farklı bir olgu olarak işlemesi Fransız sinemasının daha sanatsal ele alışı sanırım sıkıcı hale getiriyor bende bu tarz filmleri. Ve en önemlisi filmin gerçeklik payı bize filmi bağlıyor. Normal şartlar altında ülkemizde böyle bir şeye kolay şahit olamayacağımız için sıkılıyoruz bu tarz filmlerden.

Filmin yönetmeni ve senaristi Leos Carax'tır. Oyuncularının fazla olmaması ve filmin yoğun olarak tek mekan kullanımı yönünde filmin ilerlemesi ve repliklerden çok görsel olarak bir film olması insanı şaşırtıyor.

Konusu itibariyle aslında bir hayli enteresan.  Fransız Devrimi'nin 200. yılı kutlamaları nedeniyle Paris'in en eski köprüsü olan Pont-Neuf tamir edilmek için 1989-1991 aralığında kapatılır.Köprüde alkolik bir sirk cambazı Alex ve eskiden bekçilik yapmış olan evsiz Hans yaşamaktadır.Alex geceleri uyuyamaktadır ve Hans'tan bunun için enjektör ile ilaç almaktadır.Hikaye başta sıradan gözüküyor. Ta ki Alex'in köprüüstünde yattığı noktaya bir gece Michelle'in yatması üzerine...Michelle aslında ekonomik olarak düzgün bir aileye mensuptur.Babası albaydır. Ve Jullien adında bir adama aşık olmuştur. Ve adam onu terk ettikten sonra Michelle müzisyen sevgilisini sokak sokak aramaktadır.Viyolonsel sesi duyduğu her yeri dip köşe arar. Michelle'in Jullien'a olan aşkı tek gözünü kaybetmesine sebep olmuştur. Ve diğer gözünü kaybetme riski vardır nadir görülen bir göz rahatsızlığı bulunmaktadır. Sokak sokak insanların portrelerini çizer tanımadığı insanların...Alex'i de bir gün yolda baygın biçimde ölü zannederek çizmiştir.


Alex,Michelle'e aşık olur hemde ilk görüşte. Fakat Hans köprünün sadece ikisine yettiğini ve Michelle'in fazlalık olduğunu iddia eder. Ama zamanla alışırlar. Michelle'de Alex' e aşık olmaya başlar.

Alex'in saplantılı olan aşkı Michelle'i kimsenin onun elinden almasını istemeyecek boyuta varır.Bir gün tren istasyonunda yürürken Alex,Michelle'e dair afişleri görür ve arandığını polislerin peşinde olduğunu öğrenir.Şehirdeki tüm afişleri yakar. Afişleri yapıştıran adamı ve arabasını yakar.


 Michelle,radyoda göz hastalığı için bir çare bulunduğunu ve ailesinin onu aradığını duyunca öfkelenir,Alex gerçeği ondan sakladığını ve bencilce davrandığını anlar. Alex'i ertesi sabah köprü duvarına yazdığı bir notla terk eder "Beni unut. Sana karşı hissetiğim hiç bir şey gerçek değildi."  Alex öfkesi ve hüznüyle başa çıkamaz ve bana göre filmin en can alıcı sahnesiydi Alex'in ağlamaklı haykırışı :"Unutmayı nasıl öğrenebilirim?" diyerek parmağını tabanca çekip koparması...
Bu derece saplantılı bir aşkı kimsenin yaşayacağını sanmıyorum.Evsiz,sokakta ve herşeye rağmen tutkulu bir aşk...Tutku her iki başrolünde yoğun olarak replikleri ve bakışları ile hissediliyor.

Michelle'in artık iki gözünü birden yitirmek üzere olduğu esnalarda Alex'e söylediği cümleler ise gerçekten insanı duygulandırıyor:"Ben artık ufuk çizgisini kaybetmeye başlıyorum.Sen ise sadece ayakkabılarının ucuna bakıyorsun."
Metro istasyonunda artık sadece ışığı uzaktan ve yoğun büyüklükte varlıkları görebildiğini fark eden Michelle,Alex'e:'Ben artık sadece büyük şeyleri fark ediyorum. Seni görebilip mutlu olmam için bana daha büyük gülümsemelisin.'

Alex'in köprü üstünde Michelle'e olan aşkını ise gayet romantik biçimde belirttiği sahne insanı duygulandırıyor. Michelle'in yanına bıraktığı notta 'Birisinin seni sevdiğini anlamak istiyorsan ona"Bugün gökyüzü bembeyaz"de eğer o bensem "Ama bulutlar kapkara" derim.' yazması ve ertesi sabah bu diyalogun gerçekleşmesi romantik sahnelerin başlangıcıydı...

Film oldukça salaş sahnelerle başlıyor fakat finalde Michelle ve Alex'in nehre atlayarak yüzmesi ve bir gemiye binerek geminin en ucunda kışa rağmen sarılmaları ile final yapması gayet şıktı...

Fransız sineması seviyorsanız ve romantikseniz izlenmeye değecek kült bir film.


30 Ocak 2013 Çarşamba

Ege'den Kareler...


Nedense Ege'nin İncisi denilince bu şehirden başka bir yer gelmez akla =İZMİR....
Boyozuyla,kumrusuyla,saat kulesiyle, martılarıyla, palmiyeleriyle, Kordon'uyla, Yalısı'yla, Asansör'den atılan güzel sahil manzarası bakışıyla,balığıyla ve sanırım kızlarıyla ünlü bir kent...

Ara sıra böyle yalnızları barındırır bağrında, ara sıra da sevgilileri, güzel hatunları, yakışıklı delikanlıları bir araya getirir.Ortalama bir Türkiye şehrinden sanatla  ilgilenme yüzdesi yüksek bir şehirdir. Devlet Opera ve Bale Binası, Şehir Tiyatroları (çok rağbet görmese de), Özel Tiyatrolar (özellikle Ahmet Adnan Saygun Sahnesi,Atatürk Kültür Merkezi, Sabancı Kültür Merkezi, Fransız Kültür Merkezi) daha çok rağbet görür.
Ama tabi ki bunlarla beraber dünyaca ünlü, ulusal ya da uluslararası konserler,olimpiyatlar, şenlikleri de bünyesinde barındıran renkli bir şehir. Etkinlik çıtasını yüksek tutan faktör sanıyorum ki; Kültür Park.


Ve öyle sanıyorum ki; İstanbul ne kadar martılarıyla ünlü olursa olsun  İzmir' deki martılar onlardan daha sakin ve uslular. En azından sadece  vapurdakilere poz verip,şımarmıyorlar. Usluca durup sahildeki insanların da onları karelemesine izin veriyorlar :)


İzmir'in en büyük zenginliği sanırım bünyesinde sadece martı değil güvercinleri de barındırıp, beslemesidir :)


Ege'deyseniz kesinlikle martılar,kuşlar,kızlar,manzaralar değil bitki örtüsüyle,güzel çiçekleri de gözlerinize şenlik sunar. Kışın nergisler,bahar geldiğinde sümbüller, bir de eksiksiz olan palmiyeler ve zakkumlar :)


Ve gün batımı karesi  ile veda ederim bir sonraki yazıya kadar...İzmir' e yolunuz düşerse bu manzaralara doya doya bakın....